Beklemekle Vazgeçmek Arasındaki İnce Çizgi

Bazen insan yalnızca bir şeylerin değişmesini istemez, o değişimin içinde kendini yeniden inşa etmeyi arzular. Gün doğmadan evvelki o en karanlık saat gibi olur hayat; her şey susar, herkes uyur, ama içinde bir yer hâlâ uyanıktır. Beklemenin ne demek olduğunu en iyi, o karanlıkta sabahın ışığını gözleriyle arayanlar bilir. Çünkü beklemek bir duadır bazen. Kimi zaman umutla beslenir, kimi zaman çaresizlikle yoğrulur. Ama daima bir şeyin geleceğine inanır. İşte tam da bu yüzden, beklemekle vazgeçmek arasındaki o ince çizgide yürürken, insan aslında kendini bekler en çok. Gelecek güzel günleri değil sadece, o günlerdeki kendisini… Daha sakin, daha anlayışlı, daha güçlü bir benliğe ulaşmayı hayal eder.

Her şey zamanla olur derler. Ama zaman sadece geçer. Bizse beklerken değişiriz. Beklemek sadece pasif bir duruş değil, bir dönüşüm sürecidir çoğu zaman. Gün gelir, yıllarca umut ettiğin şey bir anda önüne gelir ve sen artık onu istemediğini fark edersin. Çünkü onu bekleyen “sen” ile onu bulan “sen” aynı kişi değildir artık. Bu yüzden beklemek, bazen vazgeçmeyi de içinde taşır. Çünkü beklemenin içinde kendini kaybetmek de vardır. Bir hedef uğruna sürdürdüğün sabır, bir noktada yorgunluğa dönüşür. İşte o an, “devam mı, tamam mı?” sorusu çıkar karşına. Ve cevabı kimse veremez senin yerine.

Ama sonra hatırlarsın… Hayat seni hep bir şeye hazırlamıştır. Sabırsızlandığın, dayanamam dediğin her an aslında seni büyütmüştür. Beklerken öğrendiğin şeyler, bazen varacağın yerden çok daha değerlidir. Gelecek güzel günlerin anlamı, onları beklerken gösterdiğin sadakattedir belki de. Çünkü bir şeyden vazgeçtiğini sandığın anlarda bile, içinde ufacık bir kıvılcım kalırsa, o bile yetebilir seni yeniden ayağa kaldırmaya. İnsan bazen en çok, bitti dediği yerden başlar hayata.

Gelecek güzel günler… Ne kadar sıradan, ne kadar çok duyduğumuz bir ifade. Ama ne kadar da güçlü değil mi? Çünkü umudu, yarına olan inancı, iyileşebileceğimiz ihtimalini içinde taşır. Belki de asıl mesele bu: Geleceğin kendisinden çok, onun ihtimaline tutunmak. Vazgeçtiğimiz anlar da olur, elbette. Herkes yorulur. Ama o çok derinlerden gelen “belki de olur” sesi, bütün karamsarlığın üzerine küçük bir pencere açar. Işık oradan sızar. Tam bitti dediğimiz anda, küçük bir şey bizi yeniden beklemeye ikna edebilir. Çünkü beklemek, bir seçimdir. Her şeye rağmen “buradayım” diyebilmektir. O yüzden vazgeçmek bile bazen sadece beklemeye ara vermektir.

Okumaya devam et Beklemekle Vazgeçmek Arasındaki İnce Çizgi

“Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk…”

Zihnimizin içinde bir ses vardı eskiden. Belki çocukken, belki gençliğimizin başında… O ses bize neyi sevdiğimizi fısıldardı. Neden üzüldüğümüzü, neden sinirlendiğimizi, neye heyecanlandığımızı anlatırdı. Ama sonra bir yerlerde… sustu. Ya da susturuldu.

Toplumun gürültüsü, ailenin beklentisi, öğretmenin sesi, patronun bakışı… O kadar çok dış ses doldu ki içimize, kendi sesimizi duyamaz olduk. Bir gün ne istediğimizi bile sormaz hale geldik kendimize. Ne seviyorsun? Ne yaparken zamanın akıp gidiyor? Kim olmak istiyorsun? Cevap veremedik. Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk.

İç ses dediğimiz şey, aslında ruhun aynasıdır. O, bize ait olan duyguların filtresiz hâlidir. Korkmadan konuşur, susmadan anlatır. Ama bir kez bastırıldı mı, kolay kolay geri dönmez. O yüzden bir bakmışsın, insanların sana biçtiği rolleri yaşıyorsun: “İyi evlat”, “uyumlu çalışan”, “güler yüzlü arkadaş”… Hepsi senden bir parça çalıyor ama fark etmiyorsun. Çünkü dış sesler, içini bastırıyor.

Okumaya devam et “Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk…”