Zihnimizin içinde bir ses vardı eskiden. Belki çocukken, belki gençliğimizin başında… O ses bize neyi sevdiğimizi fısıldardı. Neden üzüldüğümüzü, neden sinirlendiğimizi, neye heyecanlandığımızı anlatırdı. Ama sonra bir yerlerde… sustu. Ya da susturuldu.
Toplumun gürültüsü, ailenin beklentisi, öğretmenin sesi, patronun bakışı… O kadar çok dış ses doldu ki içimize, kendi sesimizi duyamaz olduk. Bir gün ne istediğimizi bile sormaz hale geldik kendimize. Ne seviyorsun? Ne yaparken zamanın akıp gidiyor? Kim olmak istiyorsun? Cevap veremedik. Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk.
İç ses dediğimiz şey, aslında ruhun aynasıdır. O, bize ait olan duyguların filtresiz hâlidir. Korkmadan konuşur, susmadan anlatır. Ama bir kez bastırıldı mı, kolay kolay geri dönmez. O yüzden bir bakmışsın, insanların sana biçtiği rolleri yaşıyorsun: “İyi evlat”, “uyumlu çalışan”, “güler yüzlü arkadaş”… Hepsi senden bir parça çalıyor ama fark etmiyorsun. Çünkü dış sesler, içini bastırıyor.
Okumaya devam et “Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk…”