Zihnimizin içinde bir ses vardı eskiden. Belki çocukken, belki gençliğimizin başında… O ses bize neyi sevdiğimizi fısıldardı. Neden üzüldüğümüzü, neden sinirlendiğimizi, neye heyecanlandığımızı anlatırdı. Ama sonra bir yerlerde… sustu. Ya da susturuldu.
Toplumun gürültüsü, ailenin beklentisi, öğretmenin sesi, patronun bakışı… O kadar çok dış ses doldu ki içimize, kendi sesimizi duyamaz olduk. Bir gün ne istediğimizi bile sormaz hale geldik kendimize. Ne seviyorsun? Ne yaparken zamanın akıp gidiyor? Kim olmak istiyorsun? Cevap veremedik. Çünkü artık bizden çok, başkalarının sesiyle konuşuyorduk.
İç ses dediğimiz şey, aslında ruhun aynasıdır. O, bize ait olan duyguların filtresiz hâlidir. Korkmadan konuşur, susmadan anlatır. Ama bir kez bastırıldı mı, kolay kolay geri dönmez. O yüzden bir bakmışsın, insanların sana biçtiği rolleri yaşıyorsun: “İyi evlat”, “uyumlu çalışan”, “güler yüzlü arkadaş”… Hepsi senden bir parça çalıyor ama fark etmiyorsun. Çünkü dış sesler, içini bastırıyor.
Ve bir gün duruyorsun. Kalabalık bir masada, başkalarının arasında, belki gülerken… Birden aklına geliyor: “Ben bu muyum gerçekten?”
İç sesini kaybeden insan, kendine yabancılaşır. Ve en kötüsü, bu yabancılığı çok geç fark eder. Çünkü hayatın temposu, fark etmene izin vermez. Sürekli bir koşturma, bir zorunluluk, bir yetişme hâli… Ama iç ses, sessizliğe ihtiyaç duyar. Durmaya, bakmaya, duymaya… Peki biri bizi susturduysa, tekrar nasıl konuşuruz?
Küçük şeylerle başlar. Bir şarkı sana bir duyguyu hatırlatır. Bir kitap satırı seni geçmişine götürür. Yalnız bir yürüyüşte, içinden yükselen o kırık cümle sana ait olur: “Ben bu hayatı böyle yaşamak istemiyorum.”
İşte o an, iç sesin tekrar nefes alır. Ve fısıltı hâlindeki o cümle zamanla büyür. “Ben kimim?” diye sormaya cesaret edersin. “Ben ne istiyorum?” diye sorgularsın. Ve belki yıllar sonra ilk defa, gerçekten kendin gibi bir karar alırsın. İşte o zaman susturulmuş sesin, seni yeniden bulur.